14 Mart 2011 Pazartesi

And he's obscured by clouds

Görünmüyor ki,

Her renk de karanlığa dönüşmemeli(Albüm kapağını tersten algılayın),

Ama artık çanlar çalıyor,


Taşmalı artık şu duvardan,


Değişim rüzgarları eserken.


Seviyorum seni Pink Floyd.

In my head, there's only a grave

Bir insan var. Hayatı gitmek olarak tanımlıyor, yayan olarak yol katetmek. Bir şeylere erişmek için verdiğimiz çabanın basit yönünü gösteriyor. Onu düşüncelerine göre siz yürüyorsunuz, hisleriniz kaslarınız, düşünceleriniz ise hedefiniz. Şöyle ki; yürüdükçe kaslarınız yoruluyor, bir yerleriniz ağrımaya başlıyor, ufak molalar vermezseniz tökezlemeye ve iyice yavaşlamaya başlıyorsunuz. Eğer hedefiniz belirsiz ise daha da yoruluyorsunuz; şöyle ki, ya doğru bir hedef belirleyip ona doğru yürümelisiniz, yoksa kaldırımdaki kalabalık yerine caddedeki metal yığının ortasında bulabilirsiniz kendisini.

Kalabalık içinde yol katetmek ise başlı başına bir bela olabiliyor, yönünüz şaşırabiliyor ama hedefinize ulaşmak için yalnızca zaman kaybediyorsunuz. Buradan beş para etmez bir şekilde ayrılabiliteniz de var, ama metal yığını arasında kaybolmak kadar koymayabilir bu.

Sanırım ben bu metal yığını arasındayım, zıtlığın verdiği güç mü desem artık, halsizlik veya yorgunluk mu bilemedim; ama bu yol süründürücü. Ve ben sürünmeyi sevmem.

Ve aynı ben sıkıldım.

Filmlerle bütünleşik hayatım

Benim de hayallerim. Özellikle yapmak istediğim şeyleri bir filmde izlediğim de ya da hissettiklerimi yansıtıyorsa bir film; ondan hem nefret ediyor, hem de bağlanıyorum. Into the Wild ve Donnie Darko'dan bu aralar nefret ediyorum misal. Taxi Driver ise nedense pek bir seviyorum, Travis'le tek alakam umut dolu olmamız, ama bu kalın umudun ufak bir dokunuşla kırılabilmesi. Hayır, "born of a supervillain" modunda değilim.





Bazen de kimi filmleri birbirine katıp anılar canlandırıyorum aklımda. Misal Lost in Translation ile karışık Easy Rider. Lan!




Ya bir de bir Misfits beşlisi gibi arkadaş ortamım olmasını istiyorum ben. Hem birbirimizden nefret edelim, hem sevelim. Zamanla gelişelim falan. Nathan tiplemesine "prick" diyelim, panty sniffer olayım ben. Ahahaha



Blog iyi yatmış yalnız, biraz canlansın istedim.

Biterken çalmaktaydı: Opeth - Windowpane

10 Aralık 2010 Cuma

MisCukkas

Uzun zamandır şu kalemi-- Amaaan, klavyeyi bir şeyler karalamak için almadım elime. Baktım ki beni çok etkileyen Misfits diye bir dizi var, artık şu klavyeyi biraz hayırlı işler için kullanmaya başlayıp, şu diziden biraz bahsedeyim dedim.

Böyle beş tane genç işledikleri ufak suçlardan toplum hizmeti yapmakla cezalandırırlar. Bir gün, garip bir fırtına bunları çalıştıkları esnada yakalar ve hepsi o günün ardından özel güçlere sahip olurlar. Bu yazdıklarım ilk başta Heroes'un saçma versiyonu gibi görünebilir ama kesinlikle öyle değil. Açıklayayım:

Bu karakterler gençler, yeri gelince düşüncesiz, yeri gelince baskın çıkan duygularını örtmesini bilmeyen huysuz gençler. Böyle tiplerin özel güçler kazandıkları zaman neler yapabileceğini düşünün - Misfits de tam bu noktada devreye giriyor ve neler olduğunu anlatıyor... Hayır, öyle bir şey de yapmıyor! Hatta belli bir süre "Bunlar neden güç kazandılar la? Bir şey olduğu yok..." diye düşünmeme yol açan bir hadise bu. Dizi zaman zaman bu özel güçler üzerine yoğunlaşıyor, yani aslında sorun yok. Ama diğer bir yandan bu ekibin hayatını değiştiren ve daha önce tahmin edemeyecekleri şeyleri yapmalarını sağlayan bir olaydan sonra başlıyor her şey.

Peki benim bu diziye bağlanma sebeplerime de bir göz atalım; tüm bu olaylar dönerken arka planda sürekli bir şeyleri eleştirdiğini hırçın zekalar hemen kavrayacaktır. O da nedir; tabii ki de toplum. Bir diğer neden ise karakterler. Öyle derin işlenmiş ama bir o kadar da "sıradanlar" ki dostunuzmuşçasına bağlanıyorsunuz onlara. 5'i de sırıtmıyor, 5'i de hem arkadaşı olmak isteyeceğiniz, aynı zamanda olmak istemeyeceğiniz tipler.

Gülüyorsunuz, hüzünleniyorsunuz, düşünüyorsunuz, en çok da keyif alıyorsunuz. Misfits, kesinlikle boş bir dizi değil. Bunu bazen sahnenin duygusundan, bazen de arkaplanda çalan müziğin sözlerinden anlıyorsunuz zaten. Her şey o kadar yerli yerinde ve kışkırtıcı ki...

Neyse ya, bayağı övdüm galiba. Anlatamadım da biraz, bayağı bir spelling fail ve eblek cümle var. Düzeltmeye uğraşmıyorum vallahi, beni böyle sevin çucuğum.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Kendini bilmeyenler, aramayanlar üzerine...

Saçlarının telleri ince ve düz, gözleri deniz kadar mavi, teni bir gülün yaprakları gibi yumuşak ve okşanası. Orada, pamuksu ellerinin içerisindeyim sürekli. Ama bir tutsaklıktan ziyade, kurtuluş bu. Kendine tutunacak bir dal bulmak isteyen bir adamın sarmalanması; sevginin bir kale kuşatırcasına ona saldırması gibi.

İlk başta, sanki yıllar dahi onu eskitemeyecek gibi geliyor, içinde hüzün bulunduran her kelime, onun adıyla daima kaybolacakmış gibi hissediliyor. Ama her birinin içinde bir korku, onları solduran ve bağlarını kopartmaktan çok onları bir çiçeğin toprağa bağlılığı kadar yakınlaştırmasını simgeleyen bir korku. Bu yakınlıktır ki en güzide çiçeği bile kuruyan toprakla beraber öldüren.

Uzaklaşmak onların anlayışında bir ayrılıktır, yakınlığı simgelediğini bir an bile akıllarından geçiremezler aslında. Anahtar kelime özlem de olabilir, hatırlamak da.

Yakınlık unutturur, birbirinin kulu kölesi olur, zamanla resmen birbirini öldürebilecek iki insan doğar.

Saçlar bir koyunun kirli tüyleri gibi karışır, gözler solar, ten, yanmışcasına buruşur...

18 Şubat 2010 Perşembe

Bıktım ben bu PC'den... Yok yani yapımcılardan...

Klavye-faremi seviyorum. Kim ne derse desin, neyi üstün görmeye çalışırsa çalışsın... Klavye-faremi her halükarda seviyorum. PC oyuncusu olmam, bunu tercih etmem aslında konsol alamamamdan kaynaklı değil, şu ana kadar gördüğüm en şişirilmemiş ve özgün platform olarak geliyor her zaman bana.

Klavye-faremi kullanarak geziniyorum yine internette, oraya buraya zıplarken, hoplarken gördüğüm bir haber beni darp etmişti! AC2, PC'ye Avrupa 4, Kuzey Amerika 16 Mart olmak üzere çıkacaktı. Tabii ki böylesine güzide bir haber darp edemez insanı, bir hafta sonra öyle bir haber geldi ki UbiSoft'tan, o gün bugündür benim için UbiZort'tan öte değiller. AC2'nin taşıyacağı yeni kopya koruma sistemi - DRM'i, her zamankinden çok farklı değildi. Yani, online aktivasyon gerektiren oyun, mesela 10 günde bir internet kontrolü yapıp oyunu doğruluyor. Lakin, UbiZort, ah o UbiZort, bunu milisaniyeye indiriyor!

Bir gün eve gelmişsiniz, internetten işinizi görüyorsunuz. Çat diye TTnet'in aptal internet hatları bir anda koruyor ve "Hadi oyun oynayayım bari!" diyorsunuz. Lâkin... Artık UbiSoft oyunlarını oynayamayacaksınız. Çünkü oyunun hem saveleri internete kaydoluyor, hem de bağlantısız bir şekilde oyunu asla oynayamıyorsunuz! Eğer oyun içindeyken internetiniz kopar ya da UbiSoft serverları geçici olarak kullanım dışı olursa bilin bakalım neler oluyor? Evet, doğru tahmin! Oyunu oynayamıyorsunuz! "Şu anda gerekli servera ulaşılamıyor, lütfen bekleyin" tarzı bir yazı ile karşılaşıyor ve tek seçeneğiniz "Kaydet ve çık" oluyor. Lâkin oyunun inceleme kopyalarından birine sahip bir ve3d editörü, oyunu oynadığı sırada UbiSoft serverlarının bir süre erişelemediği hakkında bir mesaj alıyor, evet UbiSoft serverlarına erişemiyor! Kaydedip çıkıyor. Ve geri geldiğinde tam düşündüğünüz, o Türk işi manzara ile karşılaşıyor: O kadar saat oyunu oynayıp, bir server problemi yüzünden ta oyuna başladığı checkpointten devam ediyor!.

ve3d editörü Andrew Burnes'ün yazısı: http://ve3d.ign.com/articles/news/53157/Ubisofts-Cloud-Copy-Protection-Instantly-Kills-Your-Game-Should-Your-Net-Connection-Drop

UbiSoft, başını çok kötü duvarlara çarpacaksın...


"İşte o iğrenç ekran!"



Baş baş

Biterken çalıyordu: İsmail YK - Allah Belanı Versin

15 Şubat 2010 Pazartesi

Zorluklar... Ya da öyle görülenler...

Nedendir bilmiyorum, bir yıldan uzun bir süredir Dünyaya açılmak içimden gelmiyor. Ne yapsam, ne etsem bir kötülük fırlıyor içinden. Ortaya koyduklarım değer bulamıyor, ki bunu yapan ailem olunca, soğuyorum hayattan. Neden ailemle bir olamıyorum ki diğer insanlar gibi? Neden onlarla bir olacağıma, kendilerini benden itiyorlar ya da ben onların seviyesinden daha derine düşünüyorum? Mantığı çok açık aslında; ben farklıyım! Hayır; herhangi bir ego tatmini değil yaptığım. İnsanları gözlemledikçe onlardan ne kadar farklı düşündüğümü görüyorum. Hareketleri, sarfettikleri cümleler ve zaman içinde onların derinlerine indiğimde; görüyorum farkımı. Dile dökemeyeceğim, beni onlardan manevi olarak ayıran farkları.

Dile dökemiyorum... Hiçbir yolda başarılı olmasam da, bunda başarılı olmayı dilerdim; lâkin bunu da beceremiyorum. Bir şeyler tıkanıyor içimde, ne desem de anlamayacaklar zaten. Şevkim her geçen gün iyiden iyiye bir geri çekiliş yaşıyor, hatta bunu bana değer veren insanların üzerindeki etkisni gördüğüm de; tutamıyorum kendimi... Ağlıyorum, ama bir yandan da yaşamayı seviyorum. Sevmek görecelidir tabii ki. "Umut ediyorum" demem daha doğru olur. Çünkü o ufacık umut olmasa şu an bunları yazmıyor olabilirdim, öldürdüğüm Tanrı'nın madebinde kendime ufak bir bölüm ayırmış olurdum büyük ihtimalle.

Ama işte, umut simgeleriyle son bulup ağızdan alınan ufak bir nefesle yeniden yeşeriyor. Görüler önemli, karanlığın yanı başındayken.