30 Haziran 2010 Çarşamba

Kendini bilmeyenler, aramayanlar üzerine...

Saçlarının telleri ince ve düz, gözleri deniz kadar mavi, teni bir gülün yaprakları gibi yumuşak ve okşanası. Orada, pamuksu ellerinin içerisindeyim sürekli. Ama bir tutsaklıktan ziyade, kurtuluş bu. Kendine tutunacak bir dal bulmak isteyen bir adamın sarmalanması; sevginin bir kale kuşatırcasına ona saldırması gibi.

İlk başta, sanki yıllar dahi onu eskitemeyecek gibi geliyor, içinde hüzün bulunduran her kelime, onun adıyla daima kaybolacakmış gibi hissediliyor. Ama her birinin içinde bir korku, onları solduran ve bağlarını kopartmaktan çok onları bir çiçeğin toprağa bağlılığı kadar yakınlaştırmasını simgeleyen bir korku. Bu yakınlıktır ki en güzide çiçeği bile kuruyan toprakla beraber öldüren.

Uzaklaşmak onların anlayışında bir ayrılıktır, yakınlığı simgelediğini bir an bile akıllarından geçiremezler aslında. Anahtar kelime özlem de olabilir, hatırlamak da.

Yakınlık unutturur, birbirinin kulu kölesi olur, zamanla resmen birbirini öldürebilecek iki insan doğar.

Saçlar bir koyunun kirli tüyleri gibi karışır, gözler solar, ten, yanmışcasına buruşur...